Kayıtlar

11 Eylül, Ayaklar ve İkiz Kuleler

Resim
Hayat başladı. Silikon kulak tıkaçları gece son derece kulak içi kaşıntıya yol açtığı için onlarla güzel bir uyku çekemeyince çıkarıp yastığın altına tıkıştırdım. Bu bir uyku arasıydı. Genzim de fena halde kaşınıyordu buna rağmen debelenip uyumaya çalıştım ve uyudum da. 7.30’da alarm çalmadan önce bitişik herhangi bir evdeki muhabbet kuşunun tatlı tınlayan ötüşüyle uyandım. Emin ol bu kuş benim evimin içinde olsaydı ötüşü tatlı gelmek şöyle dursun bezdirici bir etkiye sahip olabilirdi. Bilirsin muhabbet kuşları sabahın erken saatlerinde epey çirkin çığırır. Onun sesi ancak “belirli” bir mesafeden geldiğinde güzeldir. Sayfaya tarih atarken bugünün 11 Eylül olduğunu fark ettim. Tarihte bir dönüm noktası. Dünya evine girdiğimiz gün. Bu da ne demek? Bu dünya evi başka dünya evi; ölüm dışında çıkışları da olan. Neden dünya evi demişler? Dünya evine girmek doğmak gibi. Sonra bunun bir de emeklemesi, yürümeyi; kendi ayakların üzerinde durmayı öğrenmesi var. Ama bu dünya evinde doğumdan sonra...

Yalnız olmak mı yalnız kalamamak mı, ya da kalabalığın tekile müdahalesi

Resim
Yalnız olana acıma eğiliminde çoğu insan fakat gün boyu, art arda günler boyu hemcinsleriyle haşır neşir kişinin, evine döndüğünde kendi iradesiyle bir nebze yalnız kalamaması daha acınası değil midir? Kapısının çalmasını istemediği bir an olamaz mı bu kişinin? Başkasının yalnızlığını gidermek boynunun borcu gibi omuzlarına yüklenirken ve bunda diretmekte beis görülmezken, kalabalıklarla dolu kişinin biraz da olsa yalnız kalmak istemesi neden hoş görülmez? Bu isteğini açıkça dile getirdiğinde şaşılması buna, bir nankör ve kıymet bilmez olduğu söze dökülmese de burun kıvırılması bir eza olarak yeter yalnız kalamayan kişiye. Yalnızlığın ne zor olduğu göğüs gere gere dile getirilir de hiç yalnız kalamamanın güçlüğü görmezden gelinir. Yalnız kişinin aklına estiğinde insanlarla bir araya gelmek istemesi makul karşılanır, bu isteğin yerine getirilmesi adeta görev addedilirken, yalnız kalamayan kişinin kendine saklamak istediği o küçük mucize anların peşini kovalayarak insandan kaçması ah...

Başkasının Ölümü

Resim
Fotopraf: Franco Garcia Çocukluğumdan beri tanıdığım bir yakınımın (uzaktan tanısam da çocukluğumdan beri tanıyor olduğum için yakınım demeliyim) ölüm haberini aldım. Onun hakkında biraz bir şeyler biliyordum. Evet yakınımdı. Büyükannem ağlıyordu. Sosyal medyada gördüğü fotoğrafını telefonuna kaydetmemi istedi. Fotoğrafa baktım. Güzel yürekli bir adamın acı dolu çehresini gördüm. Kimsenin inkar edemeyeceği bir netlikte, başkalarının istekleri ve zorbalıklarıyla yaşanmış, sonuna gelindiği farkedilen koca bir hayatın acısıydı bu; yüzünün her çizgisinde, gözlerinde bağıran. Çok üzüldüm. Ölmesine değil galiba, bu kadar ahın toplamıyla, o ağır hüzünlü gözleri taşıyan, lime lime yere eğilmiş göz kapaklarıyla gitmesine; bir tebessümün dahi göğe doğru kıvrım vermeye muktedir olamadığı keder çizgileriyle gitmek zorunda kalmasına üzüldüm. Sonra kapıyı kapatıp çıkmam gerekti. Sokağa çıktığımda  koşarak, anlamsız bir neşeyle seke seke yokuşu iniyorken düşünmeden edemedim. Neydi bu şimdi? Bu s...

Gassal'i Neden Sevmediler?

Resim
Senarist ve dramaturg Sümeyye Karaarslan "Gassal" dizisiyle harika iş çıkarmış. Ana karakter için yaptığı oyuncu seçimi de cabası. Bu işin bir parçası olmayı isterdim. Tabii ki ekran önünde değil, mutfak kısmında. Baki'nin derdi ve iç sesi... Uzun zamandır bir Türk dizisinden bu lezzeti almamıştım. Dizi önce afişleriyle gündeme gelmiş ben o kısmı kaçırmışım. Afişleri görmediğimden değil, işin gündem boyutunu artık takip etmediğimden. Malumaliniz editör masasını bırakıp mutfak tezgahına geçtim. Senaryosunu Karaarslan'ın yazdığı dizinin afişinde yer alan "Ölünce beni kim yıkayacak?" sloganı meğer ülkeyi ayağa kaldırmış. Bazıları el insaf demiş, bazı bazıları da her gün intihar vakalarının görüldüğü Marmaray istasyonları ve metro duraklarına bu afişleri asmayı "empati yoksunluğu" ve "intihara call to action" olarak yorumlamış. Metro ve Marmaray beklerken ben de sık sık atlayacak gibi olurum; atlayacağımı zannederim yani. Bir çeşit korku. Bun...

Köken aile ve başka şeyler (yalnızca iki kişiye)

Resim
  Ailelerimiz gerizekalılar olduğumuzu düşünüyor. Mutlaka bir alışverişte fazla para ödediğimizi, pazardaki meyvenin iyisini seçemediğimizi, bir tartışma esnasında haklıyken kısık sesliler olduğumuzu, yanlış eş seçimi yaptığımızı, yedek parçalardan anlamadığımızı, hep aldatılmaktan onların 'destek' leriyle falan kurtulduğumuzu. Kim bilir habersiz ne çok aldatıldığımızı, aptalca hala bunu farketmediğimizi. İyi yaşam için 'hakkımız' olanı, hayattan  söke söke koparıp alamayan korkaklar olduğumuzu düşünüyor.  Göz göre göre tarafımızdan aldatılıyorlar. Gündelikler ve çepeçevre bizi kuşatan sığlığın hemen yanı başında kendi halatlarımızla görünmez bir salıncak kurmuşuz. Bir başka göğe doğru tırmanıp, bir başka yere doğru geriye uzanan ayaklarımız çamura ve rüzgara değen bir esenlik içinde. Kimse bizi tanımıyor burada. Kendi gündelik hazlarımızın sıkıcı döngüsünde sonsuz kere can sıkıntısına düşüp sonsuz kere iyileşiyor, gülüyor ve bir takım çıkarımlarda bulunuyoruz. Kahveyi ...

Başka zamanın gezgini

Resim
  Uzun boylu, atletik yapılı bir genç kız artık. 14 yaşında. Küf kokan rutubetli bir odada ağır ağır, gürültüsüz, bir dünya kuruyor kendine. Dünyanın sırıtkan çağırışlarından ve lüksünden uzak. Hırıltılı nefesini dinliyorum. Hiç şikâyet etmiyor. Dar bir alanda esasen pek göze gelmeyecek ufak keyifleri var. Bulaşıkları kaldırması isteniyor, kaldırıyor. Sonra usulca kitabının yeni bölümü yayınlanmış mı diye bakıyor. Şikâyetsiz. Size basit bir hikâye anlatıyorum. Bu çocuk karanlık odalarda oturuyor ve bir fincan kahveyi güzelleştireceğini düşündüğü sütü köpürterek mutlu oluyor diyorum. Odalarda kımıldayan her şeye yabancı. Sayfaları hızlı hızlı çeviriyor; biri bitiyor öbürüne geçiyor. Sütü köpürtüyor. Gülümsüyor. Evde her zaman kahve bulunmuyor. Marketten lanet bir üçü birarada getirildiğinde seviniyor. Alt tarafı mide bulandırıcı bir kahve. Kahve bile değil, lanet bir üçü birarada. Buna hiç takılmıyorum; bir kahvede bulduğu neşe inanılmaz. Hayatımın diyeceğim, yine lafı kendime...

Mineler

Resim
sağ arkada, mine Bu benim çocukluk arkadaşım Mine. İki buçuk yaşımda gece evden çıkıp hemen bitişiğimizdeki evlerinin önünde, minik ellerimle dış kapıya vurarak ismiyle çağırdığım Mine. İlkokulun sonunda gerçekleşen taşınmamızdan dolayı Mine'yle görüşmelerimiz sekteye uğrasa da ortaokulun sonlarına kadar görüştük. Ben taşınmadan önce de onun alt ve üst sokaklarda başka arkadaşları vardı. Benim yoktu. O zamanlardan belliymiş neredeyse, yaşam boyu kaç arkadaş edinebileceğim. Bunu ne dram ne de övgü için söylemiş olamam bu sadece yaşamımın salt gerçeği. Minenin çok arkadaşı vardı, o giderdi, gelirdi, ben beklerdim. Sonra biraz daha büyüyüp lise çağına gelince yolumuz biraz farklı yönlere kaydı. O hızlı ve çevik ilk gençlik yıllarının ardından sakince sağa yanaştı ve temkinli adımlarla sağdan yürümeye devam etti. Ben hiç hızlı ve çevik olmadım ilk gençlik yıllarımda. Bir kez aşık oldum ama yalan yok. Hem de ne. Sonra lise bitti. Biterken ben de pek dikkatli gitmiyordum demek, sağdan gi...