Kara kuru penceresiz odalar

 Pencereden dışarı baktığımda güvercinin bir anına tanıklık edebiliyorum sadece. Üç beş adım yürüyüşüne, bir bulutun sanki istemsizce ortaya çıkmış izlenimi veren hareketine, yayılan, bozulan, uzayıp giden, kaybolan bütünlüğüne; öbür camdan aniden fırlayıveren izmarite, balkon borusundan akan kirli suya, çöp çıkaran terlikli küçük çocuğun elinde torbasıyla yan yan gidişine… Pencereyi örtüp içeri çekildiğimde film devam ediyor. Bu kıpırtılar, devamlı hareketler, belki nice başka şeye gebe olacak şekilde devam ediyor. Pencereden uzaklaşıp gözlerden ırak köşeme çekildiğimde aynı zamanda göremez oluyorum. Filmin devamını. Filmin devamı da anca bu sokak ve sokağın az ilerisinden ibaret ya neyse. Tanrı öyle mi. Burada ne olduğunu, orada ne olduğunu, beriki böyle hissederken ötekinin ne hissettiğini görüyor, biliyor ama görünmüyor. Bazı sinema filmlerinin seyircisi de bir çeşit tanrı gibi; ancak sınırlı bir zaman diliminde, yanlış anlamalar, suçlamalar, ödenen bedeller ışığında bedel ödeyenin, suçlanan kadar suçlayan da olduğunu, hatta belki daha çok suçlayan olduğunu görüyor, biliyor, ama görünmüyor.

İlk defa, Atonement (Kefaret) filmini izlerken böyle hissetmiştim. Sınırlı bir zaman diliminde, Tanrının sıfatlarından birine ulaşıyor sinema seyircisi. Bir olaya müdahil olan birçok kişinin kalplerinde neler olup bitiyor, hayatlarında nasıl izler bırakıyor görmek. Bir kalbin değil, kalplerin içini görebilmek. Orada, hepsini yüksek ve görünmeyen bir mevkiden izleyerek kavrayan gözleriyle çıkarımlarda bulunuyor. Günlük hayatta bu mümkün değil. Kendi kanıyla bile tanışmayı reddederken  (yaraya bakarken içinin bir tuhaf olması gibi) bir başkasına bakışı, aslında dışarıdan nasıl görünüyor onu bile bilemezken dünyayı tanıyabilmek, hele ki bir pencere arkasından, zor… Sinema ve edebiyat, kapanma sürecinde evler, evlerde küçük odalar içerisinde sıkışmış, olgun, çürümeye yüz tutmuş nar tanelerine benzeyen her birimiz için pencereleri genişleten, görünmüyorken de görebilmemizin, bilip hissedebilmemizin devamlılığını sağlayan organlara dönüşmüş durumda. Bedensel bir aradalığın asgari düzeyde devam ettiği salgın günlerinde, farkındalık bir aradalığıyla beslenmeye çalışan insanların bir anda görme ve duyma yetilerini de kaybetmesi ne büyük felaket olurdu. Tüm gözler kapansa, tüm kulaklar duymasa mesela, ne korkunç olurdu. İşte bu noktada, kara kuru penceresiz odalarda, kitaplar, dergiler, whatsapp grupları, Stand-uplar, YouTube videoları, sinema filmleri hayata tutunulan birer göbek bağı vazifesi görüyor. Parıltılar ve karanlıklar eşliğinde film devam ediyor. İhtiyaçlar piramidinde ekmeğin yanına yerleşiyorlar. Tutsak etme potansiyeli de taşıyan bir penceresizlik hissi fakat penceresizlik hissi ağır basıyor. İnsan, kendilik algısını ayakta tutan bu görüntüler ve sesler eşliğinde, ‘ben de varım, ben de böyle hissetmiştim, o da benim gibiymiş, burada onu anladım, o bambaşka bir şeymiş’ diyerek besleniyor. Varım ve bir şeyim. Kocaman bir şeyim ve kocaman şeylerin de bir parçasıyım. Bir yanıyla işgal altındayken bir yanıyla işgalcinin ta kendisi oluyorum.

“ve öyle yoğun düşledim ki seni, /dün gece lambamın ışığı sönerken/ geç saatlerde -bile bile bıraktım sönsün-/ sandım ki odama giriyorsun” *

*Kavafis – ‘Kesairon’



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Annemin bacakları

Bu Yaşta Hala Saklanarak Sigara İçiyorum

Köken aile ve başka şeyler (yalnızca iki kişiye)